The Batman filmi güzel mi? – İnceleme

“En iyi Batman filmi”. Bu yorumu sanırım sosyal medyada çok kez duymuşsunuzdur. Nolan’ın mükemmele yaklaşan Batman üçlemesi sonrası The Batman bir anda sosyal medyayı karıştırdı. Birçok kişi aslında benim gibi çok da beklentisi olmadan sinema salonuna akın etti. Yüksek hype olmayınca da ilk yorumlar bir anda olumlu dönmeye başladı. Geldiğimiz noktada artık birçok yerde en iyi Batman filmi olduğu dillendiriliyor. Ne kadar haklılar gelin birlikte inceleyelim. Bolca ek bilgi ile dilim ve kalemim döndüğünce Matt Reeves’in yazdığı, Robert Pattinson’ın canlandırdığı The Batman’i anlatmaya çalışayım.

Önce biraz geçmişe gidelim

Filme geçmeden önce ben biraz yönetmene değinmek istiyorum. Bugüne kadar Matt Reeves ile ilgili düşüncelerim çok değişken oldu. Yaptığı işe ve işine verdiği emeğe saygım büyük. Ancak bazen beğeniyorum, bazen de fazla karamsar olmuş dediğim işlere imza atıyor. Tabii ki bunların benim kendi düşüncelerim olduğunun altını çizmeme gerek yok. Reeves’in hikayesi aslında çocukluktan başlıyor. Kader ağlarını örmüş diyebileceğimiz bir şekilde 1974’lü yıllarda iki çocuk, sinemanın büyüsüne daha 8’li yaşlarında kapılırlar. Sürekli olarak kendi fantastik senaryolarını yazan ve çekmeye çalışan bu ikili, büyüdükçe arkadaşlıklarını geliştirirler. 15’li yaşlarına geldiklerinde ise Steven Spielberg’ün dikkatini çekmeyi başarırlar. Usta yönetmen Spielberg, o sıralarda son Indiana Jones filmini (Last Crusade) bitirmiş, Jurassic Park’ın ön hazırlıklarını yaparken bu iki arkadaşı işe alarak kişisel Super 8 filmlerini video kasetlere çekme işini verir. İkili bir yandan filmleri video kasete kaydetmekte, bir yandan da Spielberg’ten bir şeyler öğrenmeye çalışır.

Matt Reeves. Eski nerd hali ise burada

İki yakın arkadaşın geleceği ise epey parlak olacaktır. The Batman filmi yazısında anlattığıma göre iki arkadaştan birinin Matt Reeves olduğunu söylemeye gerek yok. Peki diğeri kim mi? Şimdi seveni var, sevmeyeni var ama o isim de en azından Hollywood tarihine bir şekilde adını yazdırmış isim; J.J. Abrams. Sinemanın önemli isimlerinin ortak kariyer başlangıçları aslında çok da sürpriz değil. Her ne kadar daha önceden başlamış olsa da Coppola ile George Lucas’ın ortak yükselişi, Guy Ritchie ile Matthew Vaugn’un hatta Jason Statham’ın birlikte yükselişleri gibi birçok ortak kariyer hikayesi var. Ancak J.J. Abrams ile Matt Reeves’in hikayesi çok daha gençlikten başlıyor.

Abrams bir noktadan sonra kendi yolunu çizse de aslında çocukluk arkadaşı Matt Reeves’in her zaman önünü açan isim oluyor. Ortak yapımcılığını ve yaratıcılığını yaptıkları Felicity dizisinin dışında Matt Reeves’in dönüm noktası olan Cloverfield filminin de yapımcısı J.J. Abrams’tır mesela. Reeves, Cloverfield’in başarısından sonra kendini Hollywood’un yönetmen listesine yazdırmayı başarıyor. 2010 yılında dönemin yükselen yıldızı Chloe Grace Moretz’in başrolünde oynadığı Let Me In (Gir Kanıma) filminden sonra Maymunlar Cehennemi reboot serisinin ikinci filminin yönetmen koltuğuna oturuyor ki serinin gidişatını bir hayli değiştiren isim oluyor. Bu arada Maymunlar Cehennemi’ne geçmeden önce Let Me In ile ilgili de belki gereksiz ama ilgililerine minik bir bilgi vereyim. 2010 yapımı Let Me In, aslında 2008 İsveç yapımı Let the Right One In’in yeniden yorumlanmasıdır. Let the Right One In ise son dönemde Nolan filmleri ve Spectre’de işleriyle ön plana çıkan görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema‘nın kariyerindeki en önemli filmlerden biridir. İsveç piyasasında isim yapmaya başlayan Hoyte Van Hoytema, bu filmdeki başarısından sonra Hollywood’un dikkatini çekmiş ve Amerika’ya sıçramayı başarmıştır. Onun da sinema okuluna kabul almaması, köklerini ziyaret için gittiği Polonya’da teknik film okuluna gidip oradan İsveç’e uzanan ilginç bir hikayesi var ama artık o da bu yazının konusu değil. Let the Right One In ve Let Me In cephesinden bakacak olursak; hem orijinal, hem de uyarlama olan film Hollywood’a iki önemli isim kazandırmış oldu diyebiliriz.

Reeves’e dönecek olursak, Maymunlar Cehennemi 2 ve 3’ten sonra artık önemli bir isim haline gelmişti ki Warner Bros ve DC tarafını ikna ederek The Batman projesini kapmayı başardı. Projenin başında aslında Zack Snyder filmlerinin Batman’i olan, nam-ı diğer Batfleck diye bilinen Ben Affleck vardı. Kendi yazıp yöneteceği bir Batman filmi çekecekti ki Ben Affleck’in yönetmenlik tarafını başarılı bulanlardan biriyimdir. Fakat projeden ayrılmasından sonra anlaşılan Matt Reeves bu filmin Justice League evreninden bağımsız bir konuya sahip olması gerektiğini söyleyerek tüm filmi kendi projesine çevirdi. Filmi izledikten sonra rahatlıkla iyi ki öyle de yapmış diyebilirim.

Karanlık bir dedektif hikayesi

The Batman, izlediyseniz anlatmaya gerek yok ama izlemediyseniz de mutlaka bir yerlerden okumuşsunuzdur; karanlık bir film. Karanlık derken evet kelime anlamıyla da karanlık bir film çünkü Batman karakteri de buradan besleniyor. Yine de daha çok Film Noir denilen kara film formatına yakın. Çünkü kara filmlerin de temel aldığı dedektif modeli bu filmin en temel noktası. Sonradan uyarlama bir tarz da değil, çizgi romanlarını takip edenlerin aslında bildiği ve sevdiği bir Batman kökenidir dedektif hikayeleri. Nihayetinde Batman karakterinin de çıkış noktası Detective Comis’in bir sayısında olmuştur. Hatta bu bilgiyi daha ileri götürecek olursak Batman’in haklarına sahip olan DC Comics’teki DC harflerinin açılımının “Detective Comics” olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bu sebeple de The Batman, şirketin köklerine saygı duruşunda bulunurken, modern teknikleri çok iyi birleştiren bir şaheser olmuş.

Film, Batman’in ilk 2 yılından sonrasını anlatıyor. Bruce Wayne’in intikam (Vengeance) projesi olan Batman, iki yıllık zamanı geride bırakmıştır. Geceleri dönüştüğü bu alter egosu, asıl kişiliğinin fazlasıyla önüne geçmeye başlamıştır. 24 saat ayakta kalmayı başaramayacağına göre geceleri yaşayan Batman, gündüzleri uyuyan Bruce Wayne’e sebep olmaktadır. Öyle ki, artık gündüzleri yaşamayı pek becerememekte, güneş gözlüğü takmadan aydınlık havada gezinememektedir. Filmin cenaze sahnesinin girişi dışında neredeyse tamamı geceleri geçtiği için, film aslında başındaki bu gözlük sahnesiyle minik bir açıklama yapıyor. Ben biraz Warner Bros’un Rocksteady’den bağımsız olarak geliştirdiği ve orijinal Arkham üçlemesine dahil olmayan Batman Origins oyununa benzettim bu kısmı. Batman Orgins oyununda da gün değişmiyor, Christmas gecesi boyunca hikayeyi oynuyorduk. Burada ise Halloween gecesinden başlıyor ancak kısa gündüz sahneleri dışında film hep geceleri ilerliyor.

Robert Pattinson’ın Bruce Wayne’i nasıl oynayacağı, nasıl bir Batman olacağı çok konuşulmuştu. Tıpkı Bruce Wayne ve Batman’in farklı iki kişilik olması gibi, Pattinson’ın çizdiği karakterleri de ikiye ayırabiliriz. Kıssadan hisse Pattinson’ın çok iyi bir Batman olduğunu söyleyebilirim. Bruce Wayne kısmında ise çizilen Bruce imajını iyi canlandırsa da bu filmde bildiğimiz Bruce’lardan biraz farklı bir portre çizilmek istenmiş. Belki biraz genç olması, henüz yeni Batman olması, bu ikinci kişiliği ile arasında henüz net çizgileri çizememiş olmasının etkisi vardır. Olgunlaştıkça daha bildiğimiz Bruce modeline dönüşebilir. Zaten çok eleştirecek ya da bir çıkarımda bulunacak Bruce Wayne sahnelerinin olmadığını söyleyebiliriz. Bruce olduğu sahnelerin bir kısmında da zaten yine makyajı ve kukuletasıyla yarasa kostümünü gizleyen bir Batman kılığında dolaşıyor. Yani filmde gerçek Bruce çok az, Batman ise bolca var. Ben bu sivil kıyafetiyle gizlenen, motor kullanan sivil Batman imajını da beğendim.

Filmin tek yıldızı: Batman

Film, “The Batman” adına yakışır bir şekilde, uzun süresine rağmen bolca Batman’e odaklanıyor. Robert Pattinson’ı ya sürekli Batman kıyafetiyle ya da biraz önce de belirttiğim gibi Batman’i saklayan sivil kostümüyle görüyoruz. Sadece bu yönüyle de tüm izleyicilerin gönlünde ekstra puanı hak ediyor. Çünkü Batman filminden izleyicilerin belki de en büyük beklentisi yeteri kadar Batman’e doymasıdır. The Dark Knight’ın başarısının altındaki formüllerden biri de aslında buna dayanıyor. Nolan üçlemesinin ilk filmi olan Batman Begins’in yarısı zaten Batman olma hikayesiyle geçtiği için, The Dark Knight’ta sahne komple Batman’e (ve Joker’e) kalmıştır. The Dark Knight Rises ise kendi içerisindeki eksikliklerin dışında yine hikaye gereği Harvey Dent yasasına bağlı olarak kostümünü asmış bir Batman portresi çizdiği için yine seyirciyi doyurmamıştı. Kostümü lütfederek(!) giydiği her anda da emekli olma hayalini seyirciye geçiriyordu.

Daha ikinci senesinden kurşun geçirmeyen kostüme sahip.

Tam The Batman’den anlatmaya başlıyorum, konu yine başka yere kayıyor. Kişisel blog sayfasında böyle bir yazı yazmanın özgürlüğü de bu olsa gerek. Benim için konuları uzatarak yazması keyifli ama umarım okuması da bir o kadar keyiflidir. Son bıraktığım yere dönecek olursak The Batman, seyirciye bolca Batman veriyor. Bunu da hiç öyle günümüz aksiyon sinemasının klasiklerini uygulayarak yapmıyor. Zaten Matt Reeves bu konuda çok geleneksel bir yönetmen değil. Farklı tarzını da filme fazlasıyla yansıtmış. Filmin aksiyonu neredeyse başında ve sonunda var. Aradakiler ise araba kovalama sahnesi dahil biraz daha tempoyu korumak adına serpiştirilmiş gibi. Üç saatlik filmin kalan tüm diğer kısımları ise dedektif hikayesine odaklanıyor. Bu yapısıyla da aslında Telltale’in Batman oyunlarına benziyor. Orada oynarken biraz sıkıcı oluyordu çünkü az aksiyonla 10 saat kostüm içerisinde Batman hikayesi biraz sıkıyordu. Film ise karanlık atmosferi ve çizdiği yeni Batman tarzıyla bunu çok daha akıcı bir şekilde anlatıyor.

Düşmanlara da kısaca değinmek istiyorum. Film bana hep Batman evreninden az karakteri bünyesine barındırmış hissiyatı verse de işin aslı öyle değil. Riddler, filmin ana düşmanı. Filmin sonlarına kadar yüzünü görmediğimiz Paul Dano, Riddler olarak mükemmel bir iş çıkarmış. Çocukluğumun filmlerinden olan Batman Forever’ın (Val Kilmer’ın bal dudaklı Batman’i oynadığı film) düşmanlarından Jim Carrey’nin oynadığı çılgın Riddler ve Gotham dizisindeki kaçık Edward Nygma karakterinden çok daha farklı bir Riddler var karşımızda. Aslında Nolan’ın Batman düşmanlarına yaptığı gibi daha ayağı yere basan karakter formülü uygulanmış. Hatırlarsanız orada Joker bile daha gerçekçi çizilmiş, Bane’in maske yapısı bile ayakları yere basan bir hikaye geçmişine dayandırılmıştı. Riddler, bulmacaları dahil olmak üzere içimizden herhangi biri olabilecek gerçeklikte bir karakter. Dano’nun muhteşem oyunculuğu ile birleşince de ortaya tam da The Batman’in çizdiği tarzda bir kötü adam ortaya çıkartıyor.

Diğer kötülerimiz ise artık adını fazlasıyla bildiğimiz mafya babası Carmine Falcone ve Penguen, ya da filmdeki kısa adıyla Oz. Falcone’u John Turturro’nun oynadığını öğrendiğimde biraz hayal kırıklığı yaşamıştım. Ancak film performansı beni oldukça şaşırttı. İstenilen karakter imajı bence yerinde olmuş. Daha ensesi kalın (gerçek anlamda) biri tarafından oynanabilirdi ancak o zaman da Penguen ile çok benzeyeceği için ince tipli bir aktör seçimi başarılı olmuş. Penguen ise bambaşka bir konu. Filmin ana kötüsü değil, sürekli olarak acaba mı dedirtiyor, şimdi kozunu oynayacak dedirtiyor ancak araba kovalama sahnesi dışında daha çok hikayeyi taşıma görevini yerine getiriyor. Asıl bomba ise Colin Farrell tarafından oynanmış olması ve makyajla gerçekten tanınmayacak bir hale gelmiş olması.

Kedi Kadın rolünde izlediğimiz Zoe Kravitz’e de başlarda çok temkinli yaklaşmıştım. İnsan biraz da beklentisiz izleyince çok daha fazla tatmin oluyor. Daha önce 2017 yılında Lego Batman filminde lego animasyon Catwoman karakterini seslendiren Zoe Kravitz, gerçek rolün altından fazlasıyla kalkmayı bilmiş. Yine aynı konuya geliyorum ama filmin diğer tüm cast seçimi gibi o da bu havaya en uygun oyunculardan biri olmuş. Bu arada tatlı bir bilgi vereyim; The Batman, 1992 yapımı Batman Returns filminden tam 30 sene sonra vizyona girdi. 30 yıl önceki Batman Returns’ün Batman dışında iki ana karakteri vardı: Kedi Kadın ve Penguen.

The Batman’in açılış sekansına bayıldığımı söylemek istiyorum. Batman’in kendi kendine konuşmasıyla başlayan film, bize daha ilk anlardan Batman’i kostümüyle ve aksiyonuyla birlikte veriyor. Batman’in gözüktüğü ana kadarki kısacık boşlukta ise Gotham’ın havasını ve kostüme duyulan korkuyu çok iyi yansıtıyor. Özellikle cadılar bayramı gecesi şehrin dört bir yanını saran damla isimli uyuşturucuyu anımsatıcak şekilde damla kostümü giyen bir soyguncunun karanlığa bakıp Batman’in geleceğini düşünerek geri gitmesi ve arabaya çarpması çok akıllıca bir sahneydi. Gelenin Batman olacağını bilmemize rağmen seyirci koltuğuna kadar o korkuyu yansıtmayı başarmış. Helikopter ile polisin adeta suçluları fişlemesi detayı da ayrı bir güzeldi. Zaten film, Batman’in geçmiş hikayesine birkaç sahnedeki diyalog dışında pek dokunmuyor. Klasik sahneler yeniden anlatılmıyor. Film direkt olarak Batman ile başlıyor, Batman ile bitiyor.

Nirvana’dan Giacchino’ya uzanan mükemmel müzikler

Filmin müziklerini yapan Michael Giacchino, akılda kalıcı bir tema müziği bestelemiş gibi gözüküyor. Fragmanlarından beridir akılda kalmayı başaran müzikler, filmin tamamına yayılmış durumda. Sanki bir tane ana tema var ve geri kalanı onun üzerinde şekilleniyormuş gibi hissediyorsunuz. En azından benim için akılda kalmayan diğer kısımlar ise filmin içinde bulunduğu havayı ve duyguyu izleyiciye son derece başarılı aktarıyor. Reeves, belki de çocukluk arkadaşı J.J. Abrams’ın tavsiyesi üzerine (Lost’un müziklerini yapmıştı) ilk önemli uzun metrajı Cloverfield’de Giacchino ile birlikte çalışmaya başlamıştı. Sonrasında Let Me In ve Planet of the Apes filmleri derken Giacchino, Reeves’in müzik konusunda artık gözü kapalı güvendiği bir isim haline geldi.

Belki sinema dünyasında John Williams’tan sonra en çok bilinen isim Hans Zimmer’dır ama son dönemde önemli besteciler isimlerini duyurmaya başladılar. Ramin Djawadi gibi Michael Giacchino da son dönemin önemli isimlerinin başında geliyor. Sıkı takipçileri Giacchino’yu ya Lost dizisinden ya da oyun dünyasından tanırlar. Ortalığın ikinci dünya savaşı temalı oyunlarla kaynadığı yıllarda bu türün en önemli serisi Medal of Honor’un müziklerini yapıyordu. Daha sonrasında Medal of Honor’dan ayrılan geliştirici ve yaratıcı ekip Call of Duty adında, dünyada rekor satışlara ulaşacak bir seriye imza atmaya hazırlanırken Giacchino’yu da yanlarında götürmüş ve ilk Call of Duty’nin müziklerini besteletmişti. O zamandan sonra irili ufaklı oyunların müziklerini yapsa da Giacchino rotasını sinema dünyasına çevirdi. J.J. Abrams ve sahibi olduğu Bad Robot yapımlarının yanı sıra diğer işlere de imza atmaya başladı. Kendisini son olarak Marvel’ın Spider-Man reboot’unda ve hatta son filmi No Way Home’da dinledik. 2010 yılında da Up (Yukarı Bak) filmiyle kazandığı bir Oscar heykelciği bulunuyor.

Müziklerle ilgili bir minik bilgi daha paylaşayım. Filmden sonra aklınıza birkaç gün boyunca takılacak olan müziğin kaydı aslında filmden önce yapılmış. Michael Giacchino, The Batman teklifi gelir gelmez oturmuş ve aklındaki Batman müziğini bestelemiş, ardından da Reeves’e götürmüş. Düşünün daha senaryo bitmemiş o sırada! Reeves o kadar beğenmiş ki, senaryonun geri kalanını bu müziği dinleyerek yazmaya devam etmiş. Hatta söylenene göre Reeves müziği ilk defa dinlediğinde, yapımcı Dylan Clark ile birlikte Robert Pattinson’ın ilk deneme çekimine gidiyormuş.

The Batman’in görüntü yönetmeni, son olarak Dune ile de harika işler yapan, yine son dönemde adından sıkça söz ettirmeyi başaran Greig Fraser. Reeves ile Let Me In filminde çalışan Fraser, daha sonrasında Star Wars serisi içinde de en beğenilen görüntülere sahip Rogue One’ın görüntü yönetmenliğini yaptı. Kariyeri sürekli olarak yükselen Fraser, önce Dune, sonra da The Batman ile birçok sinema hayranının gönlünü kazanmayı başardı. Reeves’in aykırı tarzı ile Fraser’ın yetenekleri birleşince ortaya resmen görüntü anlamında şaheser çıkmış.

IMAX mi, değil mi?

Görüntü yönetmeni demişken filmin teknik konusuna da değinmek istiyorum. The Batman, IMAX formatında vizyona girse de aslında IMAX kameralarıyla çekilmedi. Dillere pelesenk olan 35mm filmlerin aksine IMAX kameraları 70mm film kullanır, bu sebeple de devasa makaralara sahip devasa kameralardır. The Batman ise değil IMAX kameralarıyla çekilmek, aslında fiziksel filme yani makaralara çekilmeyen ilk Batman filmi konumunda. ARRI LF kamerasıyla tamamen dijital kameralarla çekilmesiyle bu alanda sektöre bir nevi öncülük ediyor. İlk film diyemem tabii ki, fakat IMAX kamera olmadan dijital görüntüleri IMAX formatında yayınlayabiliyor. Bunun sebebi de ARRI LF kameralarının dijital IMAX sertifikalarına sahip olması. Devasa IMAX kameraları aslında çekim ortamında o kadar dertli ki; bu derdi Christopher Nolan’dan Batman üçlemesini çekerken defalarca dinlemiştik. The Dark Knight’ın açılış sekansında kameranın ağırlığı steadycam’in kırılmasına sebep olmuştu. Keza Carry Fukunaga’nın yönettiği son Bond filmi No Time to Die’ın da açılış sekansında evdeki hesap çarşıya uymamış, IMAX kemaranın büyüklüğü yüzünden eski harabeler arasında yapılan çekimler kamera ekibini bir hayli zorlamıştı.

Geriye dönüp baktığımızda aslında yılan hikayesine dönen bir yapım için hikayenin mutlu sonla bittiğini söyleyebiliriz. Hayır, filmin senaryosundan bahsetmiyorum. Filmin tüm yapım hikayesinden bahsediyorum. Önce Ben Affleck, sonra düşünülen başka isimler, Matt Reeves’in gelmesi, her şeyi baştan tasarlaması, filmin 2020 Ocak ayında çekimlere başlamasının arından patlak veren Covid-19 pandemisi, pandemi sürecinde sürekli durup durup devam eden çekim süreci… Hatta çekimlerin ortasında Robert Pattinson’ın Covid’e yakalanması bile filmin çekim takviminin tekrar değişmesine sebep olmuştu. Neyse ki bu sancılı sürecin sonu mükemmel oldu.

The Batman; bolca Batman’i, karanlık yapısı, köklerine sadık bir şekilde dedektif hikayesine dönmesi (çizgi roman olarak Frank Miller’ın İlk Yıl eserinden esinleniyor), oyunculukları, müzikleri derken 10 üzerinden 9-10 arasında gidip geliyor. Tabii kişisel puan kırmalar, arada düşen temposu, aksiyonun azlığı, pek beğenilmeyen sonu derken 8’lere kadar düşüreni gördüm. Ama ben kendi blogumda 5 üzerinden puan verdiğim için direkt 5’i acımadan veriyorum.

Yazıyı bitirmeden son bir tavsiye. Lütfen, Batman filmlerini kıyaslarken o daha iyi bu daha iyi diye kıyaslayıp diğer filmin sevenlerini üzmeyin. Ben süper kahraman filmlerini Marvel’ın yarattığı ortamdan daha çok çizgi roman evrenine benzetiyorum. Zamanında Zack Snyder’e, hatta Nolan’a da gereksiz eleştiriler yapıldı. Fakat aslında DC Comics’in yaptığı, seyircilere tıpkı çizgi romanlarda olduğu gibi farklı hikayeler sunmak. Nasıl birçok farklı çizgi roman yazarı ve çizeri, farklı Batman portreleri çiziyorsa, sinemada da aynı şekilde. İçlerinden daha çok sevdiğiniz, daha az sevdiğiniz olacaktır mutlaka. Fakat bu birini ötekinden daha iyi yapmaz. Çeşitliliğin, farklılığın, değişik atmosferlerin tadını çıkarmaya bakın derim. Ben öyle yapıyorum, meme ucu olan George Clooney’in Batman’ine kadar hepsini ayrı seviyorum 🙂

Not: Matt Reeves, The Batman’in senaryosunu yazarken bolca Taxi Driver filminden Bernard Herrmann’ın Thank God for the Rain‘ini dinlediğini söylemiş. Ben de linki bıraktım. Siz de parçayı dinleyerek Matt Reeves’in senaryoyu yazarkenki ruh haline girebilirsiniz.

Not 2: Matt Reeves’in senaryosunu yazarken ve filmi çekerken ilham aldığı çizgi romanlardan olan Frank Miller’ın Batman: İlk Yıl çizgi romanı, JBC yayıncılık etiketiyle ülkemizde Türkçe olarak satılıyor. Hem de benim 2016’da aldığım versiyonundan çok daha güzel kırmızı kapağıyla!

Riddler’ın gerçek hayattaki şifresi için: https://www.rataalada.com

The Batman - İnceleme

The Batman - İnceleme
5 5 0 1
Dedektif köklerine dönen ve karanlık bir yapıya sahip olan The Batman, beyazperdede izleyebileceğiniz en güzel Batman deneyimlerinden biri.
Dedektif köklerine dönen ve karanlık bir yapıya sahip olan The Batman, beyazperdede izleyebileceğiniz en güzel Batman deneyimlerinden biri.
5/5
Puan
Total
0
Paylaşım
Benzer İçerikler